İller

29 Mart 2021 Pazartesi

YANIK ALİ


Akşam üstlerini severim. Günün yoğunluğu güneşin ışıkları gibi ağır ağır çekilir. Kalabalık azalır, gürültü yerini dinlendirici bir sakinliğe bırakır. Ağrıyan ayaklarıma, guruldayan karnım da eşlik edince işimin hakkını verdiğimi düşünürüm. Ne iş yaptığımı sordunuz değil mi? Yeni mezun,  çiçeği burnunda bir doktorum.  İç Anadolu'nun ücra sayılabilecek bir ilçesinde, elli yataklı bir hastanede görev yapıyorum. "Durup dururken neden yatak sayısı verdin?" diyecek olursanız, hastanenin adı böyle. Elli Yataklı Devlet Hastanesi. Üşenmedim saydım, elli değil kırk dokuz yatak var. Verilen her adedi tekrar tekrar sayan histeriklerden değilim esasında. Fakat hastane girişinde büyük puntolarla "elli yataklı" yazısı karşılayınca saymadan edemedim.  Neyse, asıl anlatacağım bu değil elbette. Mesai bitimine yakın, arkadaşlar "hocam bir şeyler söyledik beraber yiyelim" deyince dinlenme odasına geçtim. Masaya oturur oturmaz "hasta var" dediler hemen servise döndüm.

        Hastane personelinden Ali'yi tanımayan yok. Meğer ilçenin en bilindik siması imiş. Gençten, tahmini yirmi dört yirmi beş yaşlarında gözleri elâya kaçık, saçları sanki ezelden savruk bir delikanlı. Kareli gömleği dirseğinin üzerine kadar sıvanmış, kolu dirsekten parmak uçlarına kadar kanlı kırmızı. Bir çırpıda hastanın hikâyesini anlattı Cemile hemşire. "Sol el parmaklar ve dirsek arası, ikinci derece yanık." Koluna rağmen bir bahar ikindisi bankta oturmuş da etrafı seyrediyormuşçasına sakin. Gencin gözlerinde aradığım acı ve dehşeti annesinin gözlerinde buldum. Sırtında siyah penye bir ceket, başında iki ucunu boynunun altında birleştirdiği mavili morlu bir yazma, kolunda muhtemelen içinde sadece nüfus cüzdanı ve telefonunun olduğu, azı dolu çoğu boş kısa saplı siyah bir çanta. Sesi ağlamaklı, konuşurken sesinin titreyişine tüm bedeni eşlik ediyor. Yaklaştım, yarayı incelemeye başladım.

-           Aman doktor bey oğlum, kurbanın olayım bize bi bakıver. Ocakta kaynayan tencereden süt almak isterken yakmış kolunu.

Başımı kaldırıp kadıncağıza nasıl bir bakış attıysam, gözlerinde biriken bulutlar ani bir sağanağa dönüştü. Hem ağlıyor, hem gözyaşlarını yazmasının ucuyla silerek anlatıyordu.

-          Canının acıdığını bilmez gibi oğlum, hiç acıyor demedi yandığından beri. Kendi de biraz hasta.

Bir yandan işimi yaparken;

-          Yanık sinirlere zarar vermiş olabilir, muhtemelen bu yüzden hissetmiyor. Ben ilk müdahaleyi yapıp sizi ile sevk edeceğim. Peki bu  - hastalığı-  nasıl oldu?

     Hastanın asıl hikâyesini annesi anlatıyordu şimdi. Bir beden bir gönül hikâyesi olur Bozkır'ın sahiplerinin. Ötesini berisini sor hele, her birinin ahir ömrüne kaç kırık hikâye sığdırdığına şaşarsın. Bazen hanımını yenice kaybetmiş, sonbaharda dalından düşen yaprak misali nereye konacağını bilmeyen ak sakallı bir dedenin yolu düşer hastaneye. Bazı sabahlar biri sırtında ikisi yanında bir anne bekler hastanenin henüz açılmamış kapısında.  Yanında kocası yoktur çoğunun, çünkü az zaman var çok zaman yoktur babalar, gurbettedir. Kimi zaman da dünyanın yükünü sırtında taşıyormuşçasına beli bükük teyzeler uğrar, yazdıracakları ilaçlar bellidir, kolaylık olsun diye hep kuşağının içindedir isimler.

      Ali hiç konuşmuyor sadece etrafı inceliyordu. Önce etrafı sonra beni. Bir ara sağlam elini saçlarıma değdirip çektiğini hissettim. Yüzünde tuhaf bir gülümseme vardı. Briyantinle parlatılmış ve hafifçe yukarı taranmış saçlarımı beğenmiş olmalıydı. Ali saçlarıma bakarken annesi anlatmaya başladı:

-           Her kulun bir imtihanı var yavrum, benimki de evlattan yana oldu. Yaradana bir şikayetim yok, yeter ki canı sağ olsun. On dokuz yaşındaydı, köyden bir kıza gönül verdi. Bizim durum malum, babası –Yanık Hüseyin derlerdi-  kavak altında kalıp vefat etti seneler önce. O ölünce bir başımıza kaldık, bir de ablası var Ali'nin. Olurdu olmazdı derken varayım isteyeyim dedim, eskilerin "nasipse gelir Hint'den Yemen'den; nasip değilse ne gelir elden" dediği gibi. Nasibin önündeki dağsa düz olur deyip vardım kapılarına. Allah'ın emrine peygamberin kavlini de ekleyip istedim Ali'me. Kızın da gönlü vardı Ali de ama babası vermedi. Nuh dedi de peygambere yanaşmadı. Aradan bir hafta on gün geçmedi, kızını yabandan bir başkasıyla everdi.  Benim oğlan, divane, duyunca haberi zemherinin bıçak gibi ayazında sabahlara kadar dolanmış. Ertesi gün hastaneye zor yetiştirdik. Havale dedi tabipler.  Günlerce kendini bilmez yattı. Sonra bir kuşluk vakti açtı gözünü ama sanki bedeninden canı çekilmiş. O gece gözüne bir şey mi göründü, başına bir hâl mi geldi bilmem, akıl noksanlığı peyda oldu. Acıktım demez susadım demez. Ne ağrı bilir ne acı bilir, bir beni bilir bir de ablasını. O gün bu gündür böyle. Bir iki indim çıktım, hakkından gelemedim oğlum. Önüm yok ardım yok, konu komşu "devlete ver, hastaneye yatır, hangi bir gün güç yetireceksin?" Dedi ama olur mu oğlum, evlat verilir mi? Allah ömür verdikçe ben onu güdeceğim.

"Hoca, sen de para çok mu?"

Önce Ali'ye ardından annesine bakınca;

"Herkese para sorar doktor bey."

Kadın ağlarken birden güldü. İstemsizce ben de güldüm.

       " Çok çok, ne yapacaksın sen parayı?"

       " Bana beyaz kartal alacan mı?"

       "Ne yapacaksın beyaz kartalı? Sana daha iyisini alalım."

       "Olmaaaaz!"

     "Tamam tamam beyaz kartal alalım Ali." dedim.  O an gözlerinde ömrüm boyunca hiç hissetmediğim, belki bundan sonra da hiç hissedemeyeceğim bir sıcaklık belirdi. O sıcaklığı kalbimin üşüyen yerlerine, elimdeki sargıyı da Ali'nin yangın yerine sardım.

    "Geçmiş olsun."

Bin minnetle ayrıldılar yanımdan. Henüz sekiz on adım atmışlardı ki koridorun ortasından geri döndü Ali, yaklaştı. Soluğunu omzumda hissedebileceğim kadar yaklaştı. Tuhaf bir hisle neler oluyor diye bakınırken Ali yine sağlam eliyle saçlarıma dokundu. Gözlerime baktı, kızmadığımı görünce tekrar dokundu. Ve gitti. Arkalarından koşup "Neden beyaz kartal?" Diye sordum annesine. "Sevdiği kızı verdikleri adamın beyaz bir kartalı varmış" dedi annesi. "Beyaz kartalı olursa kavuşacağını sanıyor."

Meğer yalnız sol kolu değil sol yanı baştan sona yanıkmış Ali'nin. Nasıl sevilir? Nasıl yanılır? Sorularının kanlı canlı ve de en delikanlı cevabıymış. Bir de gönlüyle sevenlerin, gönülden sevenlerin medarı iftiharı;  dağlar ardında saklı kalmış bu ilçenin alametifarikasıymış.

     Bu kez dinlenme odasına değil kendi odama geçtim. Masama oturdum, akşamın griliği yerini karanlığa bırakmak üzereydi. Sisler mor dağların üzerine tül gibi yayılmış, ışıklar ürkek birer tavşan misali dağların ardına kaçışmıştı. Yorgunluğum ve açlığım ise dinlenme odasında kalmıştı. Kendimle kaldığım zamanlar da hep yaptığım gibi, penceremin önünde duran dedemden yadigâr radyonun düğmesine bastım. Bir türkü çalıyor şimdi mor dağların eteklerinde:

"Dumanlı da Bozkır dağları dumanlı,

Sevmiş amma alamamış zavallı".

Emine Yılmaz  –GÜMÜŞSERVİ -

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder