Zaten kadınların bir şeyden korkması söz konusu değil, kesinlikle, buna yürekten inanıyorum.
18 Mart'ta Tekirdağ'a gittim. Oradan Çanakkale'ye geçtik, esnafımızla buluştuk, çiftçilerimizle buluştuk. Şehit yakınlarıyla, gazilerimize bir akşam yemeği yedik. Çanakkale Şehitler Abidesine çelengimizi, mezar başlarına da birer karanfil bıraktık. Aynı zamanda büyük bir şair, düşünür Namık Kemal'in de mezarını ziyaret ederek oraya da bir deste karanfillimizi bıraktık. Hem geçmişten, hem bugünden hepimizin alacağı ciddi dersler vardır. Her karış toprağında şehitlerimizin olduğu bir bölgede, "Çanakkale geçilmez" destanı yazıldı. Milletin iradesi, Çanakkale geçilmez demekti. Bir kişinin iradesi o düşmanların Çanakkale'yi geçmesine yol açtı, bir kişinin iradesi... Milletin iradesi geçilmez kıldı, padişahın iradesi "geçebilirsiniz" dedi. Neden tek adam rejimine karşıyız? Neden tek adamın her söylediği geçerli olsun diyen bir düşünceye karşıyız? Milliyeti bir kişiye, Türkiye Cumhuriyeti Devletini bir kişiye emanet edemeyiz. 83 milyon, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin sahibidir. Böyle düşünüyoruz.
19 Mart'ta da Balkan Ülkeleri Yerel Yönetimler İşbirliği Çalıştayı’nı yaptık. Arnavutluk, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Gagavuz Yeri, Karadağ, Kosova, Kuzey Makedonya, Romanya, Sırbistan ve Yunanistan'dan gelen belediye başkanlarımızla -bir kısmı çevrimiçi katılım yaptılar- güzel bir toplantı gerçekleştirdik. Bizim belediye başkanlarımız ile bu saydığım yerlerdeki belediye başkanları arasında dostluk ilişkilerimizi pekiştireceğiz ve büyüteceğiz.
Ben, Tekirdağ ve Çanakkale'deyken, bir grup arkadaşımız Artvin, Kars ve Ardahan'daydı. Bir başka milletvekili grubu arkadaşımız da Van, Hakkari, Şırnak, Mardin ve Batman'daydı. Dolayısıyla Türkiye'nin her coğrafyasına gidiyoruz, vatandaşla konuşuyoruz, onlara umut veriyoruz, "umutsuzluğa kapılmayın" diyoruz. Sorun çözülür, Türkiye'nin çözülemeyecek hiçbir sorunu yoktur, bütün sorunları aşacağız, önce Allah'a güveneceksiniz diyoruz, sonra kendinize güveneceksiniz, sonra bize güven vereceksiniz, bize güveneceksiniz. Türkiye'yi aydınlığa beraber çıkaracağız, birlikte yapacağız.
Bir grup milletvekili arkadaşımız da Şanlıurfa'ya da gitti. Şanlıurfa, büyükşehir aynı zamanda. Bir süredir çiftçiye elektrik ve su verilmiyordu. CHP milletvekilleri gidince, elektrik ve su vermeye başladılar, bu güzel bir şey, umarım bir daha kesmezler. Sulama birliklerinin fiyatları çok yüksek. Çiftçi bundan büyük şikayet ediyor. Çiftçilere yapılan destekleme ödemelerine, sulama birlikleri ve elektrik şirketleri el koyuyor. Sözde devlet teşvik veriyor ama onlar gelip bu teşviki alıyorlar. Çiftçilerin tamamı şikayetçi. "Gübre alıyoruz dolarla, fide alıyoruz dolarla, tohum alıyoruz dolarla, ilaç alıyoruz dolarla; sürekli zam..." Niye? "Efendim dolar yükseldi, biz de fiyatı yükseltmek zorundayız." Ama çiftçi diyor ki; "Benim sattığım Türk lirasıyla, onda da alıcı bulamıyorum, zarar ediyorum."
Şanlıurfalı çiftçi de beni dinlesin, Şanlıurfalı kardeşlerim de beni dinlesin: Uzun yıllardır bir partiye koşulsuz oy verdiniz, AK Parti'ye oy verdiniz. Nasıl şimdi Şanlıurfa? Sahipsiz değil mi? Şanlıurfa sahipsizse, Türkiye sahipsiz demektir. Şanlıurfa'da sorun varsa, Türkiye'de sorun var demektir. Harran oradadır, Harran hepimizin iftiharıdır. Dolayısıyla ne Şanlıurfa sahipsizdir ne de Türkiye sahipsizdir.
Esnaf diyor ki bana; "Yaptıkları kira yardımı, elektrik faturasını bile karşılamıyor." Hastanelerinde Uzman doktor yok. Uzman doktor eksiği var. 21’inci yüzyılda, bir büyük şehirde devlet hastanesinde uzman doktor yok. Şehir hastanesinin de 5 kez temeli atılmış, hâlâ inşaat devam ediyor. 530 bin öğrenciden, 450 bini EBA'ya ulaşamamış, eğitim alamamış ve Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesi 8 aydır toplu sözleşme yapmıyor.
Arkadaşlarım notu ilettiler, Şanlıurfalı bir esnafımız aynen şunu söylüyor: "Paran yoksa, karın yüzüne bakmaz. Paran yoksa, çocuğun yüzüne bakmaz. Paran yoksa, komşun yüzüne bakmaz. Ama en acısı hem paran, yok hem Urfalıysan devlet yüzüne bakmaz, insan yerine koymaz seni." Devlet yüzüne bakmaz değil, sarayda oturanlar senin yüzüne bakmaz. Devlet olarak, herkesin yanında olacağız. Millet olarak, herkesin yanında olacağız. Cumhuriyet Halk Partisi olarak herkesin yanında olacağız. Herkes bunu bilsin.
Değerli arkadaşlarım; öyle bir noktaya geldik ki, akşam yatarken yarın sabaha ne olacağını bilmiyoruz, sabah kalktığımızda hangi kabusa uyanacağımızı da bilmiyoruz. Çünkü devlet yönetilmiyor. Devlet, -defalarca söyledim- bilgiyle yönetilir, erdemle yönetilir, tecrübeyle yönetilir, ahlakla yönetilir, istişareyle yönetilir. İşin özü, adaletle yönetilir bir devlet. Devlet kinle yönetilmez, intikam duygusuyla yönetilmez, öfkeyle yönetilmez, cehalet içinde yönetilmez; birilerinin, egemen güçlerin talimatıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti yönetilemez. Geldiğimiz nokta budur. İsrafla devlet yönetilmez. Savurganlıkla devlet yönetilmez. Bütün bunları biliyoruz. Atalarımız demiş ki: “Taç giyen baş akıllanır.” Yani artık tacı giydiğine göre, adaletle devleti yöneten lazım. Ama bunlar olmuyor değerli arkadaşlarım. Kini ve öfkeyi öyle noktalara taşıdı ki, gazetede okuduğumda gerçekten içim cız etti. Süleyman Demirel; cumhurbaşkanlığı yapmış, başbakanlık yapmış, Barajlar Kralı olarak milletin gönlünde yer almış bir kişiyi, Konya Selçuk Üniversitesi'nde onun adını taşıyan kültür merkezinden adını siliyorsunuz. Hangi ahlaka sığar? Bu devletin, bizim ecdatlarımızın hangi geleneğine, hangi töresine sığar? Bu kadar kin, bu kadar öfke nasıl oluyor? Nasıl oluyor da bu kin ve öfke saraydan, ta üniversitelere kadar yansıyor? Ahlak denen bir şey yok mu ya? Vefa denen bir şey yok mu? Vefayı, ahlakı, adaleti unutturmaya çalışıyorlar ama biz unutmayacağız. Kimsenin de unutulmasını istemem.
Değerli arkadaşlar; bir bakıyorsunuz bir milletvekilinin attığı bir Tweet dolayısıyla dokunulmazlığı kaldırılıyor. Yargıtay talimatla hemen toplanıyor, derhal cezayı onaylıyor, yıldırım hızıyla milletvekilliği düşürülüyor. Hangi adalet bu değerli arkadaşlar, hangi adalet! Yukarıdakiler, yani saraydakiler Müslümanlığı kimseye bırakmıyorlar, onların dışında bu memlekete sanki hiç Müslüman yok. Peki, haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan ise, bu haksızlığı nasıl sineye çekiyorsunuz siz? Bu haksızlığı, öfkeyle nasıl besliyorsunuz siz? Bunu anlamak mümkün değil.
Hemen yıldırım hızıyla bir partinin kapatılması için Cumhuriyet Savcılığına talimat gidiyor "Bunu kapatın" diyorlar. Demokrasilerde parti kapatmak doğru değildir değerli arkadaşlarım, seçimle gelen seçimle gider. Defalarca söyledim, yine söylüyorum; bir parti milletten destek almazsa zaten tarihin çöp sepetine gider. Hem demokrasi diyeceksiniz, hem milli irade diyeceksiniz, sonra kalkacaksınız adaletsiz pek çok uygulamanın altına imza atacaksınız. Bunlar doğru değil değerli arkadaşlarım.
Bir kişi kalktı dedi ki; “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesini, ben feshediyorum." Kararı Resmi Gazetede gördük. Kimsin sen! Kimsin sen!
Adaletsizliğin ağababasıysan eyvallah. Biz onu zaten biliyoruz. Kinle, öfkeyle devleti yönetiyorsan, onu da biliyoruz. Siyaseti cep doldurma aracı olarak gördüğünü de çok iyi biliyoruz. Yandaşlarına milyar dolarlar kazandırdığını da biliyoruz. İşi olanı işinden ettiğini de biliyoruz. Biz bunları çok iyi biliyoruz ama 42 milyon kadına ihanet edeni de artık şimdi gayet iyi öğreniyoruz ve biliyoruz! Devleti tek başına yönetirseniz, kinle, öfkeyle yönetirseniz, toplum buraya taşınır değerli arkadaşlarım.
Hakkı, hukuku herkes istiyor. Çek mağdurları aramızda doğrudur, 81 ilden gelmişler, doğrudur. Mağdurlar mı? Evet, doğrudur. Dolandırıcıları affediyorsun, "Devletten alacağım var, alacağımı verin, çekimi ödeyeceğim" diyen adama devlet borcunu ödemiyor, o da çekini ödeyemiyor. "Seni hapse atacağız" diyorlar. Bu mudur adalet? Bu mudur adalet arkadaşlar? Milyar dolarları götürenlerin, devlete ödemesi gereken kiraları bir kalemde siliyorsun. Çek mağdurlarına, "buyurun beyler, hapse gireceksiniz" diyorsunuz. Bu mudur adalet? Çek mağduru bütün kardeşlerime de söylüyorum: Endişeye kapılmayın. Hapishaneler zaten tıka basa dolu, hapishanelerde size yer yok değerli arkadaşlar. Bakın bu da hayatın bir başka gerçeği, bu da hayatın bir başka gerçeği ama sizin hakkınızı savunacağız, sonuna kadar savunacağız.
Değerli arkadaşlarım; 1923 yılında Cumhuriyetimizi kurduk. Cumhuriyet, aslında halkçılık demektir. Neden? Egemenlik, “kayıtsız şartsız milletindir” felsefesinin özü cumhuriyettir. Bir kişinin değil, padişahın değil, milletindir. “Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir”, 1921 Anayasası, madde bir. Bugünkü anayasamızda da var: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletinse, o zaman bir kişi egemenlik hakkını tek başına kullanamaz. Mevcut Anayasamızda da böyle bir şey yok. "Egemenlik hakkını yasama, yargı ve yürütme kullanır" diyor. Yasama ve yargının üzerindeki vesayet dolayısıyla egemenlik hakkını bir kişi kullanıyor ve kalkıyor bir sabah, 42 milyon kadının hakkını elinden alıyor. Bu cumhuriyet kurulurken kadınlara, bu ülkenin kadınlarına büyük önem verilmiştir. Bakın, 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıktı, kadın ve erkeğin eşit koşullarda eğitim almasına imkân sağladı. 1924 arkadaşlar, 1924; cumhuriyetten bir yıl sonra, kız çocukları, erkeklerle birlikte eşit şartlarda eğitim alsınlar diye... 1926 yılında, kadınlara en büyük hakkı veren Medeni Kanun kabul edildi. 1930 yılında, kadınlara yerel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı, 1934 yılında genel seçimlere katılma, seçme ve seçilme hakkı verildi. Önemini vurgulamak için şunların altını özellikle çizmek isterim: Yeni bir devlet kurulmuş, adı Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yeni bir anayasası var ve o anayasanın birinci maddesi: “Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir “diyor ve bunu getiriyor.
Kadına olağanüstü büyük önem veriyor. Üstelik kendisini gelişmiş sayan ülkelere rağmen veriyor, onlardan çok daha önde bazı haklar getiriyor. Örnek; 1934'te kadınlara milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı verildi. Bu hak Fransa'da 10 yıl sonra, 1944'te verildi, Japonya'da 11 yıl sonra verildi, 1945'te. İtalya, Arjantin ve Meksika'da 12 yıl sonra verildi 1946'da. Çin'de 1947 yılında yani 13 yıl sonra verildi. Yunanistan'da 1952'de, 18 yıl sonra verildi kadınlara seçme ve seçilme hakkı. Belçika'da 1960 yılında, 26 yıl sonra verildi. İsviçre'de 1971 yılında, Türkiye’den 37 yıl sonra kadınlara seçime girme hakkı verildi. Bunun için, “Mustafa Kemal gibi bir insan yüz yılda bir çıkar” diyorlar. O yüz yıl için de bize nasip oldu, bu topraklara nasip oldu. Bunu kim söylüyor? Bütün dünya söylüyor. Geleceği görüyor; kadının bu toplumun ayrılmaz bir parçası olduğunu ve ikinci sınıf bir yurttaş olmadığını, kadın-erkek toplumsal cinsiyet eşitliğinin olması gerektiğini, onun da erkekler gibi seçimlere girme ve kazanma hakkı, devleti yönetme hakkı olduğunu kabul ediyor ve bu düzenlemeleri pek çok gelişmiş ülkeden çok önce yapıyor.
Sadece bunlar yapılmıyor. Kadınlarla ilgili, kadınların lehine olan bütün uluslararası sözleşmeleri Türkiye Cumhuriyeti Devleti kabul ediyor. Birleşmiş Milletlerin, Avrupa Birliği'nin, Avrupa Sosyal Şartı'nın, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'nın yaptığı bütün düzenlemeleri kabul ediyor. Baştan söyledim, yine söyleyeyim: Devlet, önyargıyla yönetilmez, kinle, öfkeyle yönetilmez. Devlet, "bu koltukta kalayım, ne olursa olsun" anlayışıyla da yönetilmez. Koltuğa tapılan, koltuk için toplumun feda edildiği bir ülkede, ne gelişmeyi, ne demokrasiyi, ne kadın-erkek eşitliğini asla bulabilirsiniz.
Kısa adı İstanbul Sözleşmesi. Adı, Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi, adı bu. Herkes bu uzun ismi kullanmayalım diye, İstanbul Sözleşmesi diyor, bütün dünya öyle diyor. Kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi, temel norm bu. Şimdi değerli arkadaşlarım, bir sabah kalktık, bu parlamentodan, yani bu Gazi Meclis'ten oybirliğiyle çıkan, kendisinin de imzaladığı, yürürlüğe koyduğu bir sözleşmeyi, "ben feshettim" diyor. Kime danıştın, kime sordun? Hangi kadına sordun sen? Bu ülkenin kadınlarına sordun mu? Bu kadınlar ne düşünüyor diye sordun mu? Bu kadınların nasıl şiddete uğradığını sen biliyor musun? "Ben feshettim" diyor. Değerli arkadaşlarım; çoğu vatandaşımız bu sözleşmenin içeriğini tam bilmiyor, kabul etmek lazım. Oturup, baştan aşağı okumuyor. Ben şimdi bizi dinleyen, özellikle Ak Parti'ye oy veren kadınlara ve Milliyetçi Hareket Partisi'ne oy veren kadınlara seslenmek isterim: Diyorlar ya, Cumhur İttifakı... Aslında Cumhur değil, koltuk ittifakı var orada, orada ilkeler yok.
Koltuğu korumaya yönelik olarak... Bütün mücadele onun üzerine: "Koltuğumu nasıl korurum ben?" Memleket tufan olabilir, yeter ki ben koltukta kalayım. Bakın şimdi, Kadına Yönelik Şiddet ve Aile içi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi11 Mayıs 2011 tarihinde kabul edilmiş. Bu sözleşmenin amacı ne? Yazıyor: Maksatlar, tanımlar, eşitlik ve ayrımcılık yapılmaması, genel yükümlülükler, bölüm bir, madde bir. Sözleşmenin maksatları, yani sözleşmenin amacı nedir? "Bu sözleşmenin amacı şunlardır" diyor.
a) Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak.
Şimdi bütün kadınların huzurunda Erdoğan'a soruyorum: Sen bunun neresine karşısın? (Alkışlar)
b) Kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dahil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak.
Yine bütün kadınların huzurunda Erdoğan'a soruyorum: Bunun nesine karşısın? Bu cümlenin neresine karşısın?
c) Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlama...
Yine bütün kadınların huzurunda Erdoğan'a soruyorum: Bu maddenin nesine karşısın? Neresi seni rahatsız etti?
d) Kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak.
Yine bütün kadınların huzurunda Erdoğan'a soruyorum: Bu maddenin neresine karşısın?
e) Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla, kuruluşların ve kolluk kuvvetlerinin birimlerinin, birbirleriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak. Yani kadın şiddete uğradığında, aile içi şiddet olduğunda, güvenlik kuvvetleri gelecekler, işbirliği içinde bu şiddeti önleyecekler.
Şimdi yine bütün kadınların huzurun Erdoğan'a soruyorum: Bunun neresine karşısın? Neresine karşısın? Hangi gerekçeyle bunu feshettin? Hangi gerekçeyle? Bir hakkı kadınların elinden almak, zorbalıktır. Zorbalığa asla izin vermeyeceğiz.
Bütün kadın kardeşlerime sesleniyorum: Mağdur olan sizsiniz. Sizin haklarınız sizin elinizden alınmak isteniyor. "Kadın mı? Şiddete uğrayabilir... Kadın mı? Öldürebilir... Kadın mı, çocuk mu? Tecavüz edilebilir..." Böyle bir anlayış olur mu? Böyle bir anlayışın ahlaklı yönü var mıdır? İnsan yahu. Neşet Ertaş diyor ya, "Kadın insandır, ben de insanoğlu" diye. Hâlâ onu anlamış değiller, hâlâ anlamış değiller. İnsanlığın ne olduğunu anlamış değiller. Ki bu sözleşme, parlamentodan alay-ı vâlâ ile geçti. O gün Ak Partililerin, Milliyetçi Hareket Partililerin ağzında güller vardı: "Bunu ilk biz yaptık, ilk biz imzalıyoruz, yaşasın, adı da İstanbul Sözleşmesi, bütün dünya bundan sonra Türkiye'yi, İstanbul'u anacak" diye yere göğe sığdıramıyorlardı. Onların Meclis'te konuşmaları var, vakit almamak için o konuşmaları ifade etmiyorum. Herkes ama herkes; eller kalktı, eller indi, oy birliğiyle kabul edildi. Konuşanların hepsi, "bu başarı Türkiye'ye aittir, kadınların başarısıdır" diye bir sürü güzel laflar ettiler. Ama bir kişi kalktı, bir gece yarısı, "Ben kadınlara verilen hakkı geri alıyorum" dedi. "Sözleşmeyi feshediyorum" dedi. Neye göre feshediyorsun? Anayasa'ya göre mi? Hukuka göre mi? Ahlaka göre mi? Adalete göre mi? Hayır efendim; "Ben zorbayım, ben despotum; ben istediğim kişiye hak veririm, istediğim kişiden hakkı alırım" diyor. Böyle bir anlayış Ortaçağ'da bile yoktur.
Ayrıca şunu da söylemek isterim: En çok itiraz etmesi gereken kişi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanıdır. Milletin iradesi gasp edilmiştir. Onun için diyorum, "Sen kimsin?" Burada 600 milletvekili var.
Her birisinin arkasında da milletin oyu var. Her partiden insan var ve buradan oybirliğiyle geçti. Keyfe keder, koltuğumu nasıl korurum diye; cumhurbaşkanlığı seçimi olursa nasıl ben burada kalabilirim diye arayışı içine girenlerin, bu ülkeye toplu iğne ucu kadar faydası olmaz. Koltuğu zorbalıkla koruyanların sonu kötü olur. Bu millet demokratik yollarla, özellikle de kadınların oylarıyla; o zorbayı oradan aşağıya demokratik yollarla indirecektir, buna inanıyorum.
Öyle bir noktaya geldik ki değerli arkadaşlarım; bakınız bu sözleşmenin 56 ncı maddesinin birinci fıkrası, “Mağdurun en azından kendisinin veya ailesinin tehlikede olabileceği durumlarda, failin kaçması veya geçici veya kesin olarak serbest bırakılması halinde, mağdurun bilgilendirilmesini sağlamak” diyor. Ne oldu? Daha dün hapishaneden çıkan kişi gitti, eski karısını öldürdü. Peki, nedir bu anlayış? Bu düzenleme, kanunlarımızda yok. İstanbul Sözleşmesinde vardı, şimdi bu da uygulanmayacak. O kadının günahı, sarayda oturanın boyundadır.
Hiç kimse endişe etmesin, kadın kardeşlerim de endişe etmesin. Zaten siz mücadelenizi yapacaksınız. Bizim görevimiz, sizin haklı mücadelenize destek vermektir. Adım gibi biliyorum, o zorbayı oradan indireceksiniz. Kimse kadınların önünde takoz olmayacak.
Teşekkür ederim. Sözleşmenin maddelerini, burada okuduğum maddeleri bütün kadınlara anlatın, bütün kadınlara. Alacaksınız, "Bu haklar bizim elimizden alındı" diyeceksiniz. Hangi kadın olursa olsun, hangi eğitim düzeyinde olursa olsun, hangi bölgede yaşıyorsa yaşasın, her kadın şiddetten mağdur, "Şiddet istemiyorum ben" diyor. "Öldürülmek istemiyorum" diyor. Parlamentodan bir hak alıyorsunuz, bir kişi geliyor gece yarısı, "Ben hakkınızı elinizden aldım" diyor. Destekçisinden de tık yok. Onu da ifade edelim. Tık yok oradan...
Değerli arkadaşlarım, eskiden denirdi ki, bir ay sonra ne olacak? Bir hafta sonra ne olacak? Bir gün sonra ne olacak? Şimdi yatıyoruz, sabah ne olacağını düşünüyoruz. İzlenen ekonomi politikası dünyada alay konusu. Diyorlar ki: “Bir ekonomi var, bir de Erdonomi var.” Erdonomi ne demek? 128 milyar doları birilerine vermek. Erdonomi ne demek? Ekonomiden bihaber olmak. Erdonomi ne demek? İstediği adamı istediği yere getirmek, istediği zaman görevden almak. Erdonomi ne demek? Evlerde tencerenin kaynamaması demek, işi olanın işinden olması demek. Hep birlikte bu sorunu aşacağız. Ne yaparsa yapsın, Devleti bilimin kuralları neyse o kurallara uygun yöneteceğiz. Ekonomiyi de o kurallara göre yöneteceğiz. Herkes yarın sabah ne olacağını, sabah uyandığımızda ne olacağını değil, 20 yıl sonrasını bilecek, 30 yıl sonrasını bilecek. Çiftçi, bu yıl ektiği ürünün seneye kaça satılacağını bilecek. Her şey planlı, programlı olacak. Biz bunu yapacağız. Erdonomi ne demek? Cuma günü 450 milyon dolar satıldı, kime satıldı? Kim vurgunu vurdu? Bu bilinmiyor. Açıklanır mı? Açıklanamaz.
Değerli arkadaşlarım; eskiden bir kişi çalışır, bütün aileye bakardı. Şimdi 83 milyon kişi çalışıyoruz, saraya ve Londra'daki bir avuç tefeciye bakıyoruz. Şanlıurfalı kardeşlerim de duysunlar. Siz de dahil 83 milyon kişi çalışıyoruz, saray, beslemeleri ve Londra'daki bir avuç tefeciye hizmet ediyoruz.
Şikayet ediyorsun, “verdikleri kira yardımı elektrik masrafını bile karşılamıyor” diye, karşılamaz zaten. Niye karşılasın ki? Ama bütün bunlara rağmen hiç kimse umudunu kaybetmesin, umutsuzluğa kapılmasın. Biz bu ülkeye umudu getireceğiz. Biz bu ülkeye huzuru getireceğiz. Biz bu ülkede barışı sağlayacağız. Biz bu ülkede kadına şiddeti önleyeceğiz. Biz bu ülkede herkesin huzur içinde yaşamasını sağlayacağız, her evde tencerenin kaynamasını sağlayacağız. İşsizlik belasını bu topraklarda bitireceğiz. Bunları yapacağız.
Yine vicdanım el vermedi dedim ki: Ülke bu kadar derin bir buhran içindeyse, o zaman buradan nasıl çıkılacağını benim anlatmam lazım. Cumhuriyet Halk Partisi'nin Genel Başkanı olarak benim böyle bir tarihi sorumluluğum var. Benim bunu anlatmam lazım, vatandaşın da dinlemesi lazım. Sadece eleştiri değil, bu derin buhrandan kısa sürede nasıl çıkarız? Geçen hafta hatırlarsanız buhrandan çıkış demiştim ama şimdi kısa sürede bu felaketi nasıl atlatırız? Dokuz madde halinde bilginize sunacağım değerli arkadaşlarım.
Öncelikle, yaşanan sorun bir güven sorunudur. İktidara güven yok, Erdoğan'a da güven yok. Zaten iktidar dediğimiz bir kişi. Tümüyle güven iflas etmiş vaziyette. Bir söylediği, öbürünü tutmuyor. Öncelikle güvenin inşa edilmesi lazım. Güvenin inşa edilmesi için ne yapılması lazım?
1) Kesinlikle, kesinlikle Erdoğan'ın "ben ciddi bir israfa son paketini açıklayacağım" deyip, milletin önüne çıkması lazım. İsrafa son paketi... Diyecek ki: "13 uçağım var, 2'sini tuttum, diğerlerini satıyorum. Araba saltanatına kesinlikle son veriyorum. Kanal İstanbul gibi ucube, ne olduğu belli olmayan, kaynakların birilerine peşkeş çekildiği projeleri yapmayacağım."
Değerli arkadaşlarım; zorunlu olmadıkça temsil törenleri, falan filan bunlar da olmayacak. Vatandaşa tasarruf derken, önce kendisinin tasarruf yaparak güveni sağlaması lazım. İsrafa son programı açıklaması lazım.
2) Kamu mali yönetimi ve bütçe birliğini sağlaması lazım. Bunu söyleyecek, taahhüt edecek. Milletin önüne çıkacak, diyecek ki: "İsrafa son; şunu, şunu, şunu, yapacağım, bitireceğim." Bütçe disiplini sağlayacağım, mali disiplini sağlayacağım. Devletin nerelerde parası var, ben bilmiyorum. Tamamını bütçeye getireceğim. Vatandaş da bilecek, ben de bileceğim, 600 milletvekili de bilecek paraların nerede olduğunu. Bunu yapacak, bütçe disiplini sağlayacak. Bütçe dışı fonların tamamını, bütçe içine alacağım, güçlü bir bütçe olacak, diyecek. Güven sağlamak istiyorsanız, bunu yapacaksınız.
3) “Bağımsız kurumlara asla siyasi müdahalede bulunmayacağım” diye açık ve net açıklama yapması lazım. Bağımsız kurumlara siyasi müdahale yapmayacağım. Bunun için önce Merkez Bankası Başkanını ve Para Politikası Kurulu'nu hemen görevden alınması lazım. Bir daha ifade edeyim: Merkez Bankası Başkanı ve Para Politikası Kurulu'nun görevden alınması lazım. Oraya mümkünse Merkez Bankası'nın içinden, hem içerde, hem dışarda saygınlığı olan bir kişiyi getirip, Merkez Bankası Başkanı yapması lazım ve bütün dünyaya mesaj vermesi lazım. "Ben, Merkez Bankası'nın içinden sizin de bildiğiniz, Türkiye'nin de bildiği, dünyadaki bütün ekonomi çevrelerinin de bildiği saygın bir insanı getirdim, Merkez Bankası Başkanı yaptım.”
Para Politikası Kurulunu o belirleyecek. Bir kişi hariç, onu hükümet belirliyor. Dolayısıyla yeni bir anlayışı, güven anlayışını ihya ediyorum diyecek. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu; buradaki siyasileri de geri çekecek. Oralar arpalık değil, siyasilerin arpalığı değil. Devlet liyakatle yönetilecekse, layık olan kişileri getireceksiniz. Eğer Merkez Bankası, BDDK, Kamu İhale Kurumu... Buraları arpalığa döndürdüyseniz ne millet size güvenir, ne dışarıdan kimse gelir. Kimse güvenmez. Dışarıdan gelenler, vurgun vurmak için Türkiye'ye geliyorlar. Mali açıdan en büyük vurgunu Türkiye'de elde ediyorsun. Merkez Bankası Başkanı 5 yıl süreyle görevde kalacak. "Kanun getireceğim, kimse ona müdahale etmeyecek; o, fiyat istikrarından sorumlu olacak ve gereğini yapacağım. Ben onun araçlarına siyasi müdahalede bulunmayacağım" diyecek. Bunu açıklayacak, dünyaya açıklayacak.
4) Bir Ekonomik ve Sosyal Konseyimiz vardı, Rahmetli Ecevit kararnameyle kurmuştu. Hemen, derhal Ekonomik ve Sosyal Konseyi toplayacaksın kardeşim. Memlekette buhran var. Sanayici şikayetçi, esnaf şikayetçi, çiftçi şikayetçi, emekli şikayetçi, işçi şikayetçi. Şikayet etmeyen kimse yok. Topla kardeşim, şikayet edenleri topla, sen de bakanları karşısına diz, memleketin sorunlarını anlatsınlar, oturun çözümü beraber üretin. Akıl akıldan üstündür. Bunu yapman lazım. Defalarca söylüyorum, bunları yapmazsanız, dünyaya güven vermezseniz, bizim sanayiciye güven vermezseniz, kimse gelip Türkiye'de yatırım yapmaz. Bizim işadamı da zaten yatırım yapmıyor. "Efendim benim 5'li çetem var." Senin 5'li çeten de Türkiye'deki vurgunu yaptıktan sonra paralarını Londra bankalarına yatırıyor. Beyefendi'nin haberi yok mu? Hepsinden haberi var, hepsini biliyor. O kadar biliyor ki, kimin yurtdışı bankalarında ne kadar parası var, hepsini biliyor.
Değerli arkadaşlarım; bakın şimdi son 5 yılda 4 tane Merkez Bankası Başkanı değişti. Birinci başkanı, "niye faizi indirmeden" diye görevden aldılar. Dönem değişti, ikinci başkanını getirdiler. Onu da "niye faizi artırmadın" diye görevden aldılar. Üçüncü başkanı da "sen niye bu kadar faiz artırdın" diye görevden aldılar. Dördüncü başkanı “faizi indireceksin" diye getiriyorlar. Devlet böyle mi yönetilir? Allah akıl fikir versin bunlara. Devleti perişan ettiler, ekonomiyi perişan ettiler.
Değerli arkadaşlarım; yeni gelen Merkez Bankası Başkanı 128 milyar doların kimlere satıldığının araştırmasını yapacak ve kamuoyunu bilgilendirecek. Rivayet olunur ki, görevden alınan Merkez Bankası Başkanı: "Bu 128 milyar doları kimlere peşkeş çektiniz?" diye soru sormuş. Sen misin bunu soran? Görevden alınmış. Fakirin, fukaranın hakkını kim savunacak? Beşikteki yetimin hakkını kim savunacak?
5) Döviz garantili işler var değerli arkadaşlar. Pandemi dönemi yaşıyoruz. Herkese diyoruz ki, “bu pandemi döneminde sorunlar var, ciddi sıkıntılar var, dolayısıyla her birimiz biraz fedakarlığa katlanacağız”. Güzel... İşçisi katlanıyor, memuru katlanıyor, esnafı katlanıyor, sanayicisi katlanıyor. Peki, kardeşim bu dövizle ihale alanlar neden fedakarlık yapmıyor? Güven vermek istiyorsan, millete güven vermek istiyorsan, çıkıp milletin önüne diyeceksin ki: “Esnaf kardeşim fedakarlık yaptı, çiftçi kardeşim fedakarlık yaptı, emekçi kardeşim fedakarlık yaptı, memur kardeşim fedakarlık yaptı, sanayici kardeşim fedakarlık yaptı ama asıl fedakarlık yapması gerekenler, sizden kat be kat çok daha fazla kazanan kamu özel işbirliği veya yap-işlet-devret dolayısıyla döviz bazında gelir elde edenlerdir. Şimdi onlar da fedakarlık yapacaklar. Hakkaniyet ölçüsünde bunların bütün taahhütlerini Türk lirasına çevireceğiz.” Mücbir sebep, Türk lirasına çevireceksin.
Ve millete şunu söyleyeceksin: “Bak kardeşim en büyük fedakarlığı ben bunlardan istedim. Yıllardır biz bunlara bakıyoruz, yıllardır dünyanın parasını ödedik. Şimdi bunlar da fedakarlık yapıyorlar. Dövizden vazgeçtiler, Türk lirasıyla anlaşmalarımızı yaptık.”
Değerli arkadaşlarım; bırakın bunları fedakarlık yapmayı, bunların kira borçlarını sildiler. Devlete ödemeleri gereken kiralarını sildiler. Açıklama yaptı Erdoğan: “Efendim basit usule tabi 850 bin esnafımız, gelir vergisinden muaf olacak.” Esnafımıza da “hayırlı olsun” dedi. Biz de baktık. Gelir İdaresi Başkanlığının kayıtlarına göre basit usule tabi esnaf 808 bin 490 kişi. Bunların ödediği vergi de toplam 228 milyon lira. Yıllık ortalama 281 lira 97 kuruş vergi vermişler, böldüğümüz zaman; aylık 23 lira 49 kuruş. Vergiden muaf olsun mu? Olsun. Hiçbir itirazım yok. Hatta vergiden muaf olsun, zor durumdaysa Devlet, ayrıca sosyal devlet olarak destek versin. Ama ben 803 bin esnafımıza şunu söylemek isterim: Sana ayda 23 lira 49 kuruş bir avantaj sağladılar. İstanbul Havaalanını yapan 4 kişiye kaç lira sağladılar? Bunların 18 milyar liralık kiralarını sildiler. Öbürü, 23 lira 49 kuruş. Esnaf kardeşimin unutmaması lazım. Ben neden ısrar ediyorum? Bunlar da fedakarlık yapsın, asıl fedakarlığı bunların yapması lazım. Ödemesi gereken parayı ödemiyor, kirayı ödemiyor. Kirayı siliyorsunuz, büyük avantaj sağlıyorsunuz. Esnaf çıkıp masasını, sandalyesini yakıyor Konya'da "geçiniyorum" diye. Oraya gelince sesiniz yok, polisleri gönderiyorsunuz.
Değerli arkadaşlarım; şöyle bir hesap yapmış arkadaşlarımız: İstanbul Havalimanı'nın bir yıllık kirası alınsaydı ne olurdu? Yani devlet ne yapabilirdi? 1 milyon 240 bin esnafa verilen yardım, yaklaşık 2,5 kat artabilirdi. Yaklaşık 263 bin asgari ücretlinin bir yıllık maaşı ödenirdi. Yaklaşık 3 milyon 678 bin SSK emeklisinin bir aylık maaşı ödenirdi. Yaklaşık 5 milyon 355 bin BAĞ-KUR emeklisinin bir aylık maaşı demektir. Bu kadar büyük bir para değerli arkadaşlarım. Bunun sağlanması lazım ve bunların da dediğim gibi her halükarda fedakarlıkta bulunmaları lazım.
6) Tahsili gecikmiş alacaklar var. Devlete ödemesi gereken parayı ödemiyor. Döviz bazında veya Türk Lirası bazında dünyanın kredisini çekmiş. Bunlar para babaları, bunların fabrikaları var, bunların gazeteleri var. Dünyanın parasını çekmişler kamu bankalarından; zamanı geliyor, öde! "Ödemem" diyor. Niçin? Koşa koşa gidiyorlar Erdoğan'a: "Ya bu banka bizi sıkıştırıyor. Yeniden borçları yapılandıralım" diye yeniden erteliyorlar. Çek mağdurları? Ödemezseniz doğru hapse diyorlar. Peki bunlara, diyorlar mı "Parayı niye ödemiyorsunuz Ödemezseniz hapse…" Diyemiyorlar, söyleyemiyorlar.
Ve salgının en çok etkilediği kesimler için bir toplumsal dayanışma programını açıklamak zorundadır Erdoğan. Bakın değerli arkadaşlar, bu tasarruflar yapıldıktan sonra, söylediğim israf önlendikten sonra, o bazı varlıklıların devlet bankalarından aldıkları krediler geri ödendikten sonra, yap-işlet-devret, kamu-özel işbirliği dolayısıyla olan döviz yükümlülükleri Türk lirasına dönüşüp oradan da devlet ciddi bir tasarruf elde ettikten sonra, elde edilen tasarruflar mutlaka ve mutlaka üretim ve istihdam yaratacak toplumsal alanlara aktarılmalıdır. Bir toplumsal dayanışmayı sağlamak zorundayız. Bunu sağladığımız zaman, istihdama da büyük ölçüde katkı olacaktır ve esnafımız da rahatlayacaktır, üretici de rahatlayacaktır, çiftçi de rahatlayacaktır.
7) Kısa vadeli istihdam olanağının mutlaka sağlanması lazım. Atama bekleyen öğretmenler var. Sayıştay'a göre 138 bin öğretmen açığı var, atanması lazım. Sağlık kadrolarında boşluk var, sağlık kadrolarının atanması lazım. Engelli kadroları boş, engelli kadrolarının atanması lazım. Güvenlik kadroları boş, güvenlik kadrolarının atanması lazım. Bunları atadığınız zaman, en azından 300-400 bin kişi kamuda görev alacak. En azından, "ya evet, galiba bir gelişme var, bir şeyler var, bir şeyler olacak" algısı oluşacaktır. Erdoğan'ın izlediği politikadaysa, işi olanlar işinden oldu, çalışanlar işinden oldu. Son iki yılda işi olup da işinden olan 1 milyon 926 bin kişi var.
8) Bu İhvan politikasından vazgeçecek. Şimdi ağır ağır adımlar atıyor, inşallah devam eder ve yurtta barış, dünyada barış eksenli bir dış politikayı oturtmak zorunda. Bu yanlış politika, Türkiye'ye büyük maliyetler yükledi. Bunları aşmak zorundayız.
Efendim her toplantının sonunda biraz da gülelim diyorum, yine gülelim, size bir şeyler anlatayım: Erdoğan bundan bir süre önce, bu Covid-19'da yaşanan aksaklıklardan sorumlu ben değilim, başkalarıdır demek için "Ben tıp mensubu değilim, benim alanım ekonomi" diyor. "Ben ekonomistim" diyor. Ekonominin geldiği yer malum. İyi ki yani Allah yüzümüze bakmış da doktor değil, doktor olsa memlekette yaşayacak kişi kalmayacak.
Kaynak CHP Basın Birimi
Hibya Haber Ajansı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder